29 Ekim 2014 Çarşamba

Gezi Stajı-LONDRA




İLK GÜN


                                                                                         Eylül sonunda on günlük bir Londra gezisi benim için çok yararlı oldu. Mimarisi,şehirciliği,kültürü İstanbul'dan çok farklı bir şehre gitmek güzel bir deneyimdi.
Sabah ilk programım eski Londra Kulesinden başlamak oldu.Kulenin girişinde tarihini anlatan panolardan bilgiler topladım. Kulenin yapımına 1078 yılında  Kral William tarafından başlatılmış. Fransa'dan gelen cear taşlarıya yapımına başlanan yapının mimarı piskopos Rochesterdir. Başlangıç amacı bir kule,kraliyet sarayı,saray suçlularının tutulacağı bir tutukeviymiş. Bu.Bu komplekste aynı zamanda idam ve işkence merkezi,cephanelik,devlet hazinesi,hayvanat bahçesi,darphane ve gözlem evi bulunmaktaydı.Kulenin bir diğer amacı da şehri yabancılardan korumak olmuş.
Metrodan indiğimde karşımdaki kulenin hendeklerinin kırmızıya boyandığını zannettim. Daha yakınına gidince bunlarının her birinin seramikten yapılmış kırmızı gelincikler olduğunu gördüm. Bu gelincikler Britanyanın I.Dünya Savaşının 100.yılını anmak üzere konmuş. Her bir gelinci savaşta ölen askerleri temsil ediyormuş.
Kulenin kapısında kuleyi başlangıcından beri koruyan kule polisleriyle karşılaştım. Kuley
i gezmeye sağ taraftan Times Nehrinin paralelindeki surlardan başladım. Bütün kuleyi surların üstünden dolanarak gezdim. Surlara çıkan merdivenler çok dar ve basamaklar yüksekti.Surlar beni oda şeklindeki kulelere götürdü.Bu küçük odacıkların her birinin farklı bir amacı varmış. Odaların girişinde önceden ne için kullanıldığı hakkında bilgi yazıyordu. bu odalar taş bir şömineyle ısıtılıyormuş ve hepsinde dikkatimi çeken küçük pencereler oldu. Bu pencereler küçük ve dardı. Bunun sebebinin güvenlik olduğunu düşündüm. Kuledeki turumu tamamladıktan sonra surların çevrelediği bahçeye indik. Buradan kraliyet mücevherlerinin sergilendiği binaya gittim. Benim gibi bütün ziyaretçilerin dikkatini çekmiş olmalı ki çok kalabalıktı. Tarihi hissedebileceğim bu binalarda kraliyet ailesine ait taçlar ve çoğunluğu Hindistan'dan getirilmiş değerli taşlardan yapılmış mücevherler sergileniyordu. Kraliçenin taç giyme töreninin videosu duvarı yansıtılmıştı ve hemen yanında orijinal tacı sergileniyordu.
Kuledeki hayvanat bahçesini göremedim ama kulenin ne zaman yerleştikleri belli olmayan ilginç sakinleri kuzgunları bahçede gördüm. İnanışa göre nu kuzgunlar krallığın bir sembolü olmuşlar.
Kulenin tamamını gezmek ütün günümü aldı.Yorgunluğumu surların çevrelediği geniş bahçede oturarak attım. Bu sırada etrafımdaki bu taş yapılar beni çok daha fazla etkiledi.






İKİNCİ GÜN

İkinci gün birçok müze ve üniversitenin toplandığı Royal Albert Hall'a gitmeye karar verdim. Bu bina mimarisiyle dikkat çekiciydi. Bu bina bir konser binası. Dünyanın en büyük yıldızları burada konser vermiş. İçeriye girdiğimizde salonu gezmemiz için tura katılmamız gerektiğini ve saatini kaçırdığımızı öğrendik. Bu yüzden binanın etrafında dolandım. Bina dışarıdan oldukça gösterişli. Çoğunluğu tuğladan yapılmış eski bir bina. Binanın arkasında küçük bir meydan var. Bu semtte oturanlar meydanda toplanmıştı. Bu meydan ve çevresindeki yapılar da tuğladan yapılmış.


                                                 
ÜÇÜNCÜ GÜN




  Bu semtte bulunan ve Albert Hall'e çok yakın olan Victoria and Albert Musuem'e gittik. Bu bina girişinden başlamak üzere beni etkiledi. Girişinde çok büyüleyici bir lamba ziyaretçileri karşılıyor.

Binanın sergi alanlarına uygun bir
şekilde tasarlandığı çok belli çünkü insan rahatlıkla dolaşıp ,sergileri gezebiliyor. Sanat eserlerinden rol çalacak ve göze batacak hiçbir şey olmamasına rağmen bu kadar etkileyici olması çok ilginç.Zaten bu bina tasarımcılar ilham bulacağı ve öğrencilerin faydalanacağı ürünleri sergilemekmiş.
Bu müze dünyanın en geniş sanat koleysiyonlarına sahip. Dünyadaki bütün sanat eserleri,tasarımlar,dönemlerine ilham vermiş objeler çok etkileyiciydi. Her ülkeye ait objeler coğrafi bölgelerine göre sergilenmişti. Mimari dönemlere ait parçalar,samuray kılıçları,dini eserler,mobilyalar.. gibi daha binlerce parçayı gezmek bütün günümü aldı. Özellikle klasikleşmiş,bizim de mimarlık tarihinde gördüğümüz ünlü mobilyaların sergisi benim için çok heycan vericiydi. Müzenin içindeki eserleri içinde olduğu bir kitap aldım ve arkama baka baka bu müzeden çıktım.











DÖRDÜNCÜ GÜN

Ertesi gün, Victoria and Albert Museumdan vakit kalmadığı için gidemediğim National History Museum'a gittim. Müzeye yaklaştığımı kalabalığı görünce anladım. Müzenin dışına doğru uzanan sıraya girdim. Bu sıra yüzünden üzülmedim çünkü müze binası o kadar gösterişliydi ki sıra boyunca binaya bakıp inceledim. Kendisi de bir başyapıt olan müze 1881 yılında açılmış. Alfred Waterhouse tarafınfan tasarlanan bu bina demir çelik iskelet üzerine inşaa edilmiş. Müzeden içeri girdiğimde ilk gözüme çarpan şey boydan boya duran bir dinazor iskeleti oldu.Bu dinazor iskeleti çok geniş bir holde duruyordu.Bu giriş holu geniş olmakla birlikte çok da yüksek tavanlıydı. Girişin tam karşısında ise geniş ve büyüleyici merdivenler yer alıyordu. Binanın içindeki büyük kemerler beni çok etkiledi.

Dinazor fosilleri,hayvalar aleminden her türlü canlılar , dünyanın her yerinden getirlmiş meteorlar,kristaller... müzenin sadece bir parçasıydı. Darwin teorisi hakkında da bir bölüm vardı. Müzeyi gezerken hem sergilenen parçalara hem de etrafıma bakarak dolaştım. Bu müze de koskaca bir günümü aldı.

BEŞİNCİ GÜN





 









 Londra'nın renkli ve sevimli semtlerinden biri olan Notthing Hill izlediğim filmden sonra da çok merak ediyordum. Gitmek için cumartesi gününü seçtim çünkü bu renki yer cumartesi günleri güzel bir antika ve semt sebze meyve pazarına kapılarını açıyor.Metrodan indikten sonra kalabalığı takip edip sokağı bulmam kolay oldu. Zaten kozmopolit bir nüfusa sahip olan semt cumartesi günü tam bir curcuna olmuştu. Yerli halk ve turistler Portobello pazarına akmıştı.Semtin Arnavut kaldırımlı,dar ara sokakları ve zengin bir dekorasyona sahip viktorya tarzı sıra evleri de mimari bakımdan çok zengindi.Çoğunluğu yanyana evlerden oluşan sakin sokakları,kafelern kendine özgü tarzları burayı özel ve güzel kılmış. Bütün antika dükkanlarını ve özel pasajları gezmem çok fazla zaman aldı.Yağmurun inmesini beklemek ve yorgunluğumu gidermek için klasik bir ingiliz kafesine oturup dışarıyı izledim.



ALTINCI GÜN

Listemin yavaş yavaş sonuna yaklaşırken altıncı gün yolum Coventgarden'a düştü. Bir zamanlar eski ambarlar ve özenli sokaklardan oluşan bu bölge meyve sebze satıcılarıyla dolarmış. Eskiden akşam saatleri hareketli olan semt artık günümüzde çok popüler. Bana da bu semt çok değişik ve eğlenceli geldi. Her türden sokak göstericileri hünerlerini sergiliyordu. Bir turist için gerçekten çok hareketli ve kendine özgü bir yer. Buradan yürüme mesafe uzaklığındaki etnik bir bölge olan Chinatown'a geçtim. Mahallenin iki başında çin mimarisinden iki kapı vardı. Bu kapıları uzaktan görmek bile mümkün. Lokantaları ünlü bu semtte çinliler olduğu kadar her milletten insan vardı.Akşamımızı bu mahallede geçirdik.



YEDİNCİ GÜN
Sabah uyanıp havanın çok güzel olduğunu görünce Hyde Park'a gitmye karar verdim. Park 17.yy a kadar kralların ava gittiği bir alanmış Daha sonra halka açılmasıyla kent sakinlerini açık alanı haline gelmiş.Parkın içinde yürürken yapay bir göl olduğunu gördüm. Mimarlık derslerimizde de konusştuğumu İngiliz bahçelerinin bu eklektik ve yapay görünümünü görmüş oldum. Bir banka oturup bu gölde kürek çekenleri seyrettim. Parkta bir de 140 yıllık bir serbest kürsü olduğunu biliyordum.Parkın içinde dolaşırken ünlü kürsüyü Prenses Diana'nın anısına yapılan şelaleyi de unutmadı. Bu şelale parka yine sonradan eklenen bir parça.Etrafımdaki insanlara bakınca insanlar içşn parkların ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anlamış oldum.Kentli için bir nefes alma veya bir kaçış olduğunu gördüm. Dinlenmiş ve temiz hava solumuş olarak akşamı Picadilly meydanına ayırdım.



SEKİZİNCİ GÜN
Sabah Londra'nın ünlü yağmuruyla uyandım. Ama o gün niyetim Big Ben ve çevresini gezmekti.Yolumun üstünde şehrin sembolü olan kırmızı telefon klubülerinde resim çektirmeyi ihmal etmedim. Törene hazırlanan atlı saray askerleri kırmızı kıyafetleriyle çok şıktı. Big Ben aslında saat kulesinin çanının adıymış. Tüm yapıyı belirlemek için kullanılınır hale gelmiş.Bu saat kulesi parlemento binasının bir parçasıymuş. Londra'nın en çok fotoğrafı çekilen binalarından biri olan Big Ben'in ben de güzel fotoğraflarını çektim.Aynı zamanda karşısında durup saatlerimizi kontrol etmeyi de ihmal etmedik.
Londra'nın merkezinde bulunan Parlemento binası mimarlık tarihi derslerimizde konusştuğumuz gibi picturesque bir görünüme sahip. Bu bina neo gotik mimari yapısına sahip oluşuyla Times Nehrinin kenarında görkemli şekilde yerini almış.











Hiç yorum yok:

Yorum Gönder